Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin Nitelikleri
Bir
önceki bölümde açıkladığımız noktalar, bir milletin neden güçlü bir devlete
ihtiyaç duyduğu sorusunun cevabıydı. Ancak elbette devlet sisteminin güçlü
olması gerektiğini belirtmek yeterli değildir, bunun kadar önemli bir
başka konu ise devletin nitelikleridir.
Çünkü dünyada farklı devlet sistemleri vardır. Bir önceki bölümde sözünü
ettiğimiz görevleri ifa eden, yani milletine güvenlik, huzur ve refah
sağlayan devletler olduğu gibi, milletlerini ezen, bireylerin temel hak
ve özgürlüklerini açıkça ihlal eden devletler de vardır.
Bu ikinci grup devletler, siyaset biliminde "otoriter rejim",
ya da daha da ileri aşamada "totaliter rejim" olarak bilinen
rejimlere sahiptir. Totaliter devletler, topluma ve bireylere hemen hiçbir
özgürlük tanımaz, tüm toplumu belirli bir ideoloji doğrultusunda yönlendirir,
kullanır ve bunun için de baskıcı yöntemler devreye sokar. Totaliter rejimlerin
20. yüzyıldaki en açık iki örneği, Nazi Almanyası ve Sovyetler Birliği'dir.
Her iki ülkede de devlet, belirli bir ideoloji (Nazi Almanyası'nda ırkçılık,
Sovyetler Birliği'nde ise komünizm) adına, toplum üzerinde büyük bir baskı
uygulamıştır. Muhalifler acımasızca ortadan kaldırılmış, tüm toplum adeta
bir "korku rejimi" ile yönetilmiştir. Sovyetler Birliği'nde
sadece Stalin döneminde 20 milyon insanın devletin izlediği politikalar
sonucu öldürüldüğü hesaplanmaktadır.
Otoriter rejimler ise, "beyin yıkama" güçleri daha zayıf olan,
ancak yine baskı ve şiddet yöntemleri uygulayarak toplumu dize getirmeye
çalışan despot rejimlerdir. Başta Afrika olmak üzere Üçüncü Dünya'daki
küçük diktatörlükler ya da Soğuk Savaş dönemindeki Doğu Bloku ülkeleri
otoriter rejimlerin birer örneğidir. Bu ülkelerde geçerli olan sistem,
milletin taleplerinin hiçe sayıldığı, bütün siyasi gücün bir partiye ya
da diktatöre devredildiği bir sistemdir.
Siyasi gücün millete ait olduğu sistemler ise demokrasilerdir.
Demokrasi "halk yönetimi" anlamına gelir ve siyasi iradenin
temel olarak halka ait olduğu bir siyasi sistemi ifade eder. Demokrasilerde
ülkeyi yönetme ve yasa yapma yetkisi bir partiye, zümreye ya da diktatöre
değil, halkın tümüne aittir. Halk bu yetkisini serbest seçimler yoluyla
başa getirdiği siyasetçiler eliyle kullanır. Ülkeyi yönetenler ve yasaları
yapanlar, halkın onayını almak zorundadır. Halk onay verdiğinde iş başına
gelirler. İş başından uzaklaştırılmaları da yine halkın iradesiyle, yani
bu iradenin temsil edildiği serbest seçimlerle olur.
Demokratik
ülkelerde devlet, bir önceki bölümde ele aldığımız gibi, milletin güvenlik,
huzur ve refahını sağlama amacını güder. Devletin yönetimi bir zümreye,
mezhebe ya da kişiye ipoteklenmiş olmadığı için, devlet tüm milletin genel
menfaatlerini gözetir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, işte bu sıfatlara haiz bir demokratik devlettir.
Anayasamız'da Türkiye Cumhuriyeti'nin temel nitelikleri sayılır. Bu
değiştirilemez nitelikler, Türkiye Cumhuriyeti'nin laik ve sosyal bir
hukuk devleti olduğunu hükme bağlar. Bunlar son derece önemli niteliklerdir
ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin, Türk Milleti'nin menfaatlerini en
iyi şekilde gözetecek bir yapıya sahip olduğunun göstergesidir. Şimdi
bunları sırasıyla ele alalım.
Devletimiz'in Değişmez Üniter Yapısı
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, üniter bir devlettir; yani kendi bünyesinde
farklı kanunların geçerli olduğu farklı yönetim bölgeleri yoktur. "Federatif"
yapılar yoktur. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin yetkisi tüm Türkiye topraklarını
kapsar ve her Türk vatandaşı bu topraklar üzerinde eşit muamele görür.
Söz kousu üniter devlet yapısı, Türkiye'nin bölünmez bütünlüğünün ve iç
huzurunun en büyük teminatıdır.
Üniter devlet yapımızın temelinde, Anayasamız'da yer alan milliyetçilik
ilkesi vardır. Cumhuriyetimiz'i kuran Büyük Önder Atatürk'ün tanımladığı
ve bu nedenle de "Atatürk milliyetçiliği" olarak anılan bu milliyetçilik
anlayışının en önemli özelliği, kültür temeline dayanmasıdır. Etnik kökeni,
dini, dili her ne olursa olsun, kendisini "Türk" olarak tanımlayan
herkes Türkiye Cumhuriyeti'nin vatandaşı sayılır. Türk kültürünü paylaşan,
kendisini Türk Milleti'nin bir ferdi addeden herkes, kökeni ne olursa
olsun, Türk'tür ve Türkiye vatandaşıdır.
Atatürk'ün ünlü "Ne mutlu Türk'üm diyene" sözüyle özetlediği
bu milliyetçilik tanımı, son derece akılcı ve isabetli bir tanımdır. Çünkü
bilindiği gibi Türkiye Cumhuriyeti, farklı etnik grupların birarada yaşadıkları
Osmanlı İmparatorluğu'nun mirasçısı olarak kuruldu. Osmanlı'nın asli unsuru
her zaman için Türkler olmuştu, hatta bu nedenle Avrupalılar "Osmanlı"
demektense "Türk" demeyi tercih etmişlerdi. Ancak bu İmparatorluk
içinde, Arap, Boşnak, Arnavut, Çerkez, Kürt, Rum, Ermeni, Yahudi gibi
farklı etnik gruplar da yaşıyordu. İmparatorluğun son dönemlerinde önce
gayri-müslim azınlıklar, sonra da Araplar Osmanlı'dan ayrılarak kendi
yollarını çizdiler. Türkiye, Misak-ı Milli sınırları içinde kalan ve başta
Türkler olmak üzere diğer bazı Müslüman etnik gruplardan oluşan bir ülke
olarak kuruldu. Atatürk, yeni bölünme ve parçalanmalara imkan tanımamak
için, bu topraklar üzerinde yaşayan herkesin Türk Milleti'nin bir parçası
olduğunu, hiç kimsenin azınlık ya da "ikinci sınıf vatandaş"
sayılamayacağını kabul ve ilan etti.
Türkiye'nin
üniter devlet yapısı, işte bu milli temel üzerine kuruludur. Türkiye sınırları
içinde, ana dili Türkçe olmayan, farklı bir etnik kökenden gelen gruplar
bulunabilir, ancak bu vatandaşlarımız da Türk Milleti'nin birer parçasıdırlar.
Türkiye'nin her yerinde ve herkes için geçerli olan kanunlar onlar için
de geçerlidir. Türkiye'nin her yerinde ve herkes için geçerli olan temel
hak ve özgürlüklere onlar da sahiptir.
Yakın geçmişte Türkiye'nin bu üniter yapısını değiştirmeyi ve federatif
bir devlet modeli kurmayı önerenler olmuştur. Bu nedenle belirtmek gerekir
ki, federasyon kavramı Türkiye için hem son derece gereksiz hem de son
derece zararlı bir kavramdır. Federasyon, birbirinden farklı milletlerin
aynı devlet içinde yaşadığı durumlarda söz kousudur. Oysa Türkiye'de
tek bir millet vardır. Eğer etnik köken bir ayrılık nedeni sayılır
ve federasyona gerekçe olarak kabul edilirse, o zaman nerede biteceği
belli olmayan bir bölünme süreci başlar. Bu sürecin büyük huzursuzluklar,
göçler, toplumsal gerilimler yaratacağı ise açıktır.
Bu nedenle Türkiye Cumhuriyeti'nin üniter yapısına sahip çıkmak,
bu topraklar üzerinde yaşayan herkesin menfaatinedir ve bu yüzden de milli
bir görevdir. Üniter yapıyı hedef alan cereyanlar, bilerek ya da bilmeyerek,
Türkiye'yi zayıflatmak isteyen dış güçlere hizmet etmiş olurlar.
Laiklik İlkesi
Türkiye, Anayasamız'da belirtildiği üzere laik bir devlettir. Laiklik
tarihte ve günümüzde zaman zaman yanlış anlaşılmış ve yanlış uygulanmış
bir ilkedir. Bu nedenle bu ilkeyi ve sonuçlarını detaylı olarak incelemekte
yarar vardır.
Öncelikle belirtmek gerekir ki, laiklik ilkesinin temel amacı, gerçekte
inancı özgürleştirmektir. Laiklik, Devletimiz'in vatandaşlarını bir
dini benimseme, bu dinin gereklerini yerine getirme ya da getirmeme konusunda
kendi vicdanları ile başbaşa bırakmak ve onlara özgür bir seçim yapma
şansı vermektedir. Devlet belirli bir dine ya da mezhebe imtiyaz tanımadığı
için, herkes sahip olduğu inanca göre yaşama imkanı elde etmektedir.
Dikkat edilirse aslında Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin sahip olduğu
bu laiklik modeli, İslam dininin özüne de son derece uygundur. Çünkü İslam,
inanç için özgür iradeyi ve vicdani bir kabulü şart koşar. Bir insanın
İslam'ı din olarak benimsemesi tamamen kendi özgür iradesi ile olmalıdır.
İslam'ı kabul ettikten sonra da, Kuran'da emredilen ibadetleri uygulaması
ya da men edilen yasaklardan (hırsızlık, cinayet gibi toplumsal bir suç
oluşturmuyorsa) sakınması tamamen kendi vicdanıyla olmalıdır. Elbette
Müslümanlar birbirlerini Kuran'da anlatılan ahlaki vasıfların uygulanması
için uyarabilir, teşvik edebilirler. Ama asla bu konuda bir zorlama yapılamaz.
Ya da dünyevi bir imtiyaz tanınarak, kişi dini uygulamaya yönlendirilemez.
Bunun aksi bir devlet modeli varsayalım. Örneğin insanların zorunlu
olarak Müslüman, ya da Hıristiyan yapıldığı bir ülkeyi düşünelim. Dahası
bu dinlere inanan kişilerin, dinlerin kurallarına göre yaşamaları için
de zorlandıklarını farzedelim. Diyelim ki söz konusu devlet modeli, toplumdaki
insanları namaz kılmaları ya da kiliseye gitmeleri için özel polis güçleriyle,
inzibat kuvvetleriyle zorlasın. Ya da biraz daha "ılımlı" bir
yöntem benimseyip, namaz kılanlara ya da kiliseye gidenlere özel bir devlet
ikramiyesi versin. Böyle bir devlet laikliğe tamamen aykırı bir devlet
olacaktır. Dahası, bir o kadar da dine aykırı olacaktır.
Bunun nedeni, zorla ya da menfaat karşılığı elde edilen bir dini inancın
ya da ibadetin, İslam'a göre hiçbir değerinin olmayışıdır. Çünkü inanç
ve ibadet, sadece Allah'a yönelik olduğunda bir değer taşır. Eğer
devlet insanları inanca ve ibadete zorlayacak olursa, bu durumda insanlar
devletten korktukları için dindar olurlar. Din açısından makbul olan ise,
vicdanların tamamen serbest bırakıldığı bir ortamda dinin yaşanmasıdır.
Bu nedenledir ki, Devletimiz'in sahip olduğu laiklik ilkesi, hem vicdan
özgürlüğü gibi temel bir insani değere hizmet ettiği, hem de bu değere
büyük önem veren İslam diniyle uyum içinde olduğu için, her Türkiye vatandaşının
benimsemesi ve savunması gereken bir ilkedir.
Hukuk Devleti
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, bir hukuk devletidir. Bir başka deyişle
"hukukun üstünlüğü" ilkesini benimsemiştir. Bu ilke, adalet
kavramının temelini oluşturur.
Hukukun üstünlüğü, devletin içindeki tüm mekanizmaların, önceden tespit
edilmiş bazı kanun ve kurallar içinde işleyeceği anlamına gelir. Her devlet
kurumu, anayasanın ve diğer yasaların tespit ettiği görev ve yetkilere
sahiptir. Kimsenin bu görev ve yetkileri aşma, değiştirme gibi bir gücü
yoktur. Hukuk, herkesin üstündedir ve dolayısıyla devlet "keyfi"
değildir.
Hukukun
üstünlüğü ilkesinin geçerli olmadığı bir devlet modelinde ise, devlet
mekanizması tamamen keyfileşecektir. Örneğin devlet başkanına sınırsız
yetki tanındığını ve her türlü kanunun üzerinde olma hakkı tanındığını
varsayalım. (Diktatörlükler böyledir) Bu durumda devlet mekanizmasının
adaletsizliğe ve istismara doğru kayması kaçınılmaz olacaktır. Neyin adil,
neyin doğru, neyin meşru olduğunu belirten kuralların olmadığı veya bu
kuralların dikkate alınmadığı durumda, adalet, doğruluk ve meşruiyet de
olmaz.
Bir hukuk devletinde yaşamak, tüm Türk vatandaşları için büyük bir kazançtır.
Çünkü hukuk devleti, herkesin canını, malını, temel hak ve hürriyetlerini
koruma altına alır. Hiç kimsenin malı-mülkü zorla istimlak edilemez, hiç
kimse zoraki olarak çalıştırılamaz, haklarından mahrum bırakılamaz. Eğer
bir kimse bu haklarının çiğnendiğini, adaletsizliğe uğradığını düşünüyorsa,
bu kez ona yargı yolu açıktır. Türkiye'nin dört bir yanındaki adli kurumlar,
başta Cumhuriyet Savcıları olmak üzere, hukuk devletindeki hakları koruma
altında tutmak için çalışmaktadır. Her dileyen, hukuk devletinin kuralları
uyarınca, tek bir dilekçe ile savcılıklara başvurabilir ve devletten adalet
talep edebilir.
Hukuku, yani kanunları ise, milletin seçmiş olduğu vekillerden oluşan
Türkiye Büyük Millet Meclisi yapar. Eğer kanunlarda bir boşluk görülürse
ya da sakınca farkedilirse, bu durumda kanunlar değiştirilir, yenileri
kabul edilir. Dolayısıyla, bu kanunların herhangi bir şekilde milletin
aleyhine işlemesi de imkansızdır.
Görüldüğü gibi hukuk devleti sistemi, bir ülkenin vatandaşları için
olabilecek en adil, özgür ve rahat sistemdir. Dolayısıyla her Türk vatandaşının,
Türkiye Cumhuriyeti'nin bu temel niteliğine sahip çıkması gerekir. Eğer
hukuk devletinin işlemesinde aksaklık meydana geliyorsa, herkes elbirliği
ile devlete yardımcı olmalı ve hukukun üstünlüğü ilkesini korumaya gayret
etmelidir.
Sosyal Devlet
Devletimiz'in bir başka anayasal niteliği, bir "sosyal devlet"
olmasıdır. Sosyal devlet, kanunlarında ve icraatında toplum yararını gözeten
devlettir. Bu temel ilke, Cumhuriyetimiz'in diğer temel nitelikleri ile
birlikte Anayasamız'ın 2. maddesinde şöyle açıklanır:
Madde 2.- Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli
dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk
Milliyetçiliği'ne bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan,
demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.
Sosyal devlet kavramına, Anayasa'nın 5. maddesinde de şöyle açıklık
getirilir:
Madde 5.- Devletin temel amaç ve görevleri, Türk Milleti'nin
bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve
demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu
sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk Devleti ve
adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik
ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi
için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır.
Anayasamız'ın 60. ve 61. maddelerinde ise, sosyal devlet yapısının bazı
özellikleri şöyle hükme bağlanmıştır:
Madde 60.- Herkes, sosyal güvenlik hakkına sahiptir.
Devlet, bu güvenliği sağlayacak gerekli tedbirleri alır ve teşkilatı kurar.
Madde 61.- Devlet, harp ve vazife şehitlerinin dul ve
yetimleriyle, malul ve gazileri korur ve toplumda kendilerine yaraşır
bir hayat seviyesi sağlar. Devlet, sakatların korunmalarını ve toplum
hayatına intibaklarını sağlayıcı tedbirleri alır. Yaşlılar, Devletçe korunur.
Yaşlılara Devlet yardımı ve sağlanacak diğer haklar ve kolaylıklar kanunla
düzenlenir. Devlet, korunmaya muhtaç çocukların topluma kazandırılması
için her türlü tedbiri alır. Bu amaçlarla gerekli teşkilat ve tesisleri
kurar veya kurdurur.
Görüldüğü
gibi sosyal devletin varlığı, bir toplumda gerçek refah ve huzurun sağlanmasının
temel şartlarından birini oluşturmaktadır. Eğer Devletimiz güçlü olmazsa
ve dolayısıyla sosyal devlet işlevini gereği gibi yerine getiremezse,
o zaman toplumdaki yardıma muhtaç kimseleri, dulları, yetimleri, yaşlıları,
kimsesizleri koruyacak kurumlar da çalışmayacaktır. Toplumdaki hayırsever
insanların kendi girişimleri ile bu gibi yardıma muhtaç kimselere zaman
zaman el uzattıkları doğrudur, ancak bu gibi sivil girişimler hiçbir zaman
için yeterli ve kalıcı olmazlar.
Devletimiz, sahip olduğu sosyal devlet niteliğini hayata geçirmek için
büyük bir çaba sarfetmektedir. Çocuk Esirgeme Kurumu'ndan Kızılay'a, Darülaceze
ve benzeri kurumlardan şehit ailelerine yönelik yardımlara kadar, pek
çok alanda etkin çalışmalar yürütülmektedir. Devletimiz sosyal devlet
niteliğini en son olarak da, 1999 yılının Ağustos ve Kasım aylarında Marmara
bölgesinde gerçekleşen iki büyük deprem felaketinden sonra göstermiş,
depremde evsiz kalan on binlerce vatandaşı önce çadırlara yerleştirmiş,
ardından prefabrik evler inşa ederek buralarda iskan ettirmiştir. Depremde
zarar gören ailelere verilen evsizlik maaşı da yine büyük bir sosyal devlet
icraatıdır.
Tüm bunlar, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin niteliklerinin faziletlerini
göstermekte ve bu niteliklerin korunmasının Türk Milleti için ne denli
zaruri olduğunu ortaya koymaktadır. Her Türk vatandaşı, kendisinin ve
sevdiklerinin mutluluk ve refahı için, devletinin niteliklerine sahip
çıkmalı ve bu niteliklerin etkin bir biçimde hayata geçirilmesi için devlete
yardımcı olmaya çalışmalıdır.
Ayrıca belirtmek gerekir ki, devlet mekanizmalarında aksaklıklar oluşabilir
ve üstte sözünü ettiğimiz hizmetlerde pürüzler doğabilir. Ancak bu gibi
aksaklık ve pürüzlere karşı yöneltilen eleştiriler, mutlaka yapıcı
olmalıdır. Bir devlet kurumundaki aksama ya da yanlışlar karşısında
tüm devleti suçlayıcı ve töhmet altında bırakıcı bir üslup kullanmak,
son derece yanlış olur ve hiç kimseye fayda sağlamaz. Başta medya olmak
üzere, tüm sivil kuruluşların, yaptıkları her türlü yorumda devlete yardımcı
olmaları ve var olan aksaklık ve yanlışları yapıcı bir biçimde gidermek
yönünde hareket etmeleri gerekmektedir.
|